Sizleri bu haftaki konuğum İnönü Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinden Yrd. Doç. Dr. Banu Ayten Akın’ın yazısıyla baş başa bırakıyorum. Keyifli okumalar.
Alabildiğine karanlık bir salonda, devasa bir beyaz perdede yansıyan hayatlara hangimiz kapılmamıştır ki? Hele ki üç boyutlu filmlerin perdeden çıkıp seyir yerine dek uzanan günümüz kahramanlarını düşünürsek; her türlü teknolojik gelişmeyle an ben an yenilenen 7. sanatın hayatımıza hiçbir sosyal, kültürel, ekonomik engele takılmadan girişine yediden yetmişe hepimiz en az bir kez tanıklık etmişizdir.
İster eğlencelik olsun ister sanatsal ve nihayetinde ticari her film alıcısıyla var olur. Seyircisiyle bütünleştiği anda yeni bir “anlam” kazanır. Ama bu çok anlamlılık düzleminde; bir film her izleyende farklı çağrışımlar yaratsa, farklı anlam kodlarıyla buluşsa da aslında her film başlangıçta tek bir biçimde tasarlanmıştır. “Düşünen bir yönetmen vakit kaybeden bir yönetmendir. Önceden düşünmek gerek, film setinde değil.” der John Ford… Yani tasarım daha sete gelmeden çok önce başlamıştır.
Örneğin Jean Pierre Jeunet`in Amelie (2001) filminde, bütün dünyayı baş kahramanın; Amelie’nin gözüyle görürüz. David Lynch’in Mulholland Drive / Mulholland Çıkmazı’nda (2001) ise zamansal bütünlük tamamen yok olmuş; rüya, bellek, arzu ve düş gibi bir dizi farklı deneyim, bilinçli bir biçimde birbirine karıştırılmıştır; üstelik bunların karakterlerden hangisine ait olduğunu saptamanız ise neredeyse olanaksız hale getirilmiştir.
Kimi zaman perdeyle seyir yeri arasında arzulanan illüzyon kurulur ve biz film karelerine sığdırılan karakterleri kendimiz, sevdiğimiz, düşmanımız gibi izleriz. Bu içsel odaklanma sonucu çoğu zaman o filmdeki tatlı Amelie biz olmuşuzdur.
Kimi zaman da “vay canına” der, şimdiki anda yakınımızdan bile geçmeyen bir değil üç ömür bitirsek tanıklık edemeyeceğimiz hayatları duygusal bir yakınlıkla izleriz. Spielberg’in Schindler’s List / Schindler’in Listesi (1993) filminde olduğu gibi hiç yaşamadığımız bir döneme, sanki şimdi, burada oluyormuşçasına sıfır odaklanmayla bakışına içimiz ürpererek tanıklık ederiz.
28 Aralık 1895’te Lumiere Kardeşler’in Paris’teki ilk film gösterimlerinden bugüne sinema sanatında yaşanan baş döndürücü gelişim, aynı anda tüm dünyada herkese dokunabilme yetisine sahip bir sanatın gücünü sadece sanatta değil, siyasetten ekonomiye pek çok alanda göstermesiyle sonuçlanmıştır. Bu anlamda sinema; muhteşem gücünü senaristinden yönetmenine, teknik ekibinden oyuncusuna, yapımcısından izleyenine kadar kendisini her gösterimde yeniden var eden binlerce yaşayan güç kaynağından alır.
Bir sinema izleyicisi olarak çoğu zaman –özel bir ilgimiz yoksa- mizansen, kurgu, bakış açısı, yönetmen hatta yapımcı (!) vb. hiçbir kavram, nesne, öğe bizi ilgilendirmez. Bu öğelerden yalnızca ‘rol yapmak ‘ hayatımıza bir şekilde girdiği için filmdeki oyunculuğun ne denli sahici olup olmadığı üzerinde tartışır, beğenir ya da beğenmeyiz. Bir çocuğun herhangi bir animasyon filmine bakıp kendini Çizmeli Kedi sanması türünden bir yanılsamayla (illüzyon) izleriz olan biteni. Beyaz bir perdeye yansıyan hareketli fotoğraflarda kendimize bir yer seçeriz. Artık film bizimdir.
Film izlemek ile film okumanın ayrımı burada başlar. Bir film de bir kitap gibi okunabilir oysa… Sinema eleştirmenlerinin, kuramcılarının, ilgililerinin yanı sıra herhangi bir film izleyicisi de iyi bir ‘sinema okuryazarı’ olmayı seçebilir. Bu; sıradan bir izlence, eğlence alıcısı olmak yerine düşünerek haz almayı seçenlerin okuması olacaktır. Kendi ilgi alanlarına giren filmlerin sınıflamasından tutun da A sınıfı - B sınıfı bir yapım oluşuna, alt yazılı, üç boyutlu olup olmamasına ve hatta müziklerini kimin yaptığına dek kendi seçimiyle yönlendireceği bir film alıcısı olmasını getirecek ve bir adım ötesinde ‘izleyici’ aldığını doğru çözümleme yetisine kavuşacaktır.
“Hareketli resimler ve seslerden oluşan bir yazıdır” der Robert Bresson sinematografi için. İşte bu hareketli yazıyı alabildiğine doğru okumaya çalışmaktır sinema okuryazarlığı…
Taylan Biraderler’in Vavien filminde, mutsuz bir evlilik sürdüren ve karısını öldürmek için planlar yapıp onu uçurumun kenarına getiren Celal için ‘uçurum’un gerçek anlamını, kameranın o anki açısını yakalayan bir izleyici fark edebilir ancak. Uçurum ile gösterilen sadece ölüm değildir o noktada. İç dünyasındaki bir uçurum ve sürprizlerle dolu bir bakıştır hayata…
Ya da bir otistiğin bakışıyla yönetmenin kendi bakış açısının iç içe geçtiği Temple Grandin filminde “sıcaklığı görebiliyorum” repliğinin bir başka dünyanın dilbilimsel göstergesi olduğunu kavradığı noktada bir otistiğin dilini çözmekte de bir adım öne geçecektir.
Oliver Stone’un Natural Born Killers / Katil Doğanlar’ında (1994) rastgele ölüm saçan bir çiftin yerine geçen bir çift izleyici olmayı seçmek ya da seçmemek gibidir bir filmi doğru okumak. Ya rastgele ateş açan olmayı seçersiniz ya Amerikan rüyasının çöküşüne, vahşi hayatın modern hayat oluşuna, aile kavramının içinin boşaltılmış olmasının sonuçlarına tanıklık edersiniz. ‘Vahşi bir film’ tanımlamasından önce bir parça düşünmenin de gerekli olduğunu kavrayabilirsiniz belki de…
Son dönemde kendine özel bir önem atfedilen ‘Medya Okuryazarlığı’ yediden yetmişe herkes için tüm organlarıyla önemlidir. İşte bu noktayı iyi bildiğinizde internetten televizyona tüm medya size değil, siz medyaya hükmedersiniz.
Sinema okuryazarlığı da buna benzer. Filmi seçme aşamasından seçtiğini izleyip yorumlama aşamasına kadar size ancak ve ancak ‘bilgi’ yön gösterebilir. Bir şeyi reddetmek için de kabul etmek için de dolaştığınız alanı iyi bilmeniz gerekir. Medya sokaktaki ‘billboard’lardan karanlık salonlardaki beyaz perdeye kadar hayatımızın (no escape) kaçışsız bir parçasıdır artık.
Ve filmler bize hiçbir şey sormadan evlerimize girerler ve oturma odalarımızda başköşeye kurulurlar. Tıpkı şarkılar gibi, duygularımızı sağaltmak dışında, sanki hiç suya sabuna dokunmayan masum şarkılar gibi…
İşte o noktada filmi okumaya çalışan; filmin ne amaçla yapıldığını, film yapımcısının önemini kavradığı ve belki de göstergelerin bilinçli seçilmiş olduğunu, belli bir kitleyi provoke etmek için yapılan ticari ve / ve de siyasi bir film olduğunu anladığı noktada filmin reklamcısı ve / ve de kışkırtılmış bir toz tanesi olmayı reddedecektir… Belki de bilerek kabul edecektir, kim bilir...
Bir filmin karşısında göz-kulak olan herkesin okuma-yazma bilmezlikten vazgeçip bir parça ‘sinema okuryazarı’ olması umuduyla…
Alabildiğine karanlık bir salonda, devasa bir beyaz perdede yansıyan hayatlara hangimiz kapılmamıştır ki? Hele ki üç boyutlu filmlerin perdeden çıkıp seyir yerine dek uzanan günümüz kahramanlarını düşünürsek; her türlü teknolojik gelişmeyle an ben an yenilenen 7. sanatın hayatımıza hiçbir sosyal, kültürel, ekonomik engele takılmadan girişine yediden yetmişe hepimiz en az bir kez tanıklık etmişizdir.
İster eğlencelik olsun ister sanatsal ve nihayetinde ticari her film alıcısıyla var olur. Seyircisiyle bütünleştiği anda yeni bir “anlam” kazanır. Ama bu çok anlamlılık düzleminde; bir film her izleyende farklı çağrışımlar yaratsa, farklı anlam kodlarıyla buluşsa da aslında her film başlangıçta tek bir biçimde tasarlanmıştır. “Düşünen bir yönetmen vakit kaybeden bir yönetmendir. Önceden düşünmek gerek, film setinde değil.” der John Ford… Yani tasarım daha sete gelmeden çok önce başlamıştır.
Örneğin Jean Pierre Jeunet`in Amelie (2001) filminde, bütün dünyayı baş kahramanın; Amelie’nin gözüyle görürüz. David Lynch’in Mulholland Drive / Mulholland Çıkmazı’nda (2001) ise zamansal bütünlük tamamen yok olmuş; rüya, bellek, arzu ve düş gibi bir dizi farklı deneyim, bilinçli bir biçimde birbirine karıştırılmıştır; üstelik bunların karakterlerden hangisine ait olduğunu saptamanız ise neredeyse olanaksız hale getirilmiştir.
Kimi zaman perdeyle seyir yeri arasında arzulanan illüzyon kurulur ve biz film karelerine sığdırılan karakterleri kendimiz, sevdiğimiz, düşmanımız gibi izleriz. Bu içsel odaklanma sonucu çoğu zaman o filmdeki tatlı Amelie biz olmuşuzdur.
Kimi zaman da “vay canına” der, şimdiki anda yakınımızdan bile geçmeyen bir değil üç ömür bitirsek tanıklık edemeyeceğimiz hayatları duygusal bir yakınlıkla izleriz. Spielberg’in Schindler’s List / Schindler’in Listesi (1993) filminde olduğu gibi hiç yaşamadığımız bir döneme, sanki şimdi, burada oluyormuşçasına sıfır odaklanmayla bakışına içimiz ürpererek tanıklık ederiz.
28 Aralık 1895’te Lumiere Kardeşler’in Paris’teki ilk film gösterimlerinden bugüne sinema sanatında yaşanan baş döndürücü gelişim, aynı anda tüm dünyada herkese dokunabilme yetisine sahip bir sanatın gücünü sadece sanatta değil, siyasetten ekonomiye pek çok alanda göstermesiyle sonuçlanmıştır. Bu anlamda sinema; muhteşem gücünü senaristinden yönetmenine, teknik ekibinden oyuncusuna, yapımcısından izleyenine kadar kendisini her gösterimde yeniden var eden binlerce yaşayan güç kaynağından alır.
Bir sinema izleyicisi olarak çoğu zaman –özel bir ilgimiz yoksa- mizansen, kurgu, bakış açısı, yönetmen hatta yapımcı (!) vb. hiçbir kavram, nesne, öğe bizi ilgilendirmez. Bu öğelerden yalnızca ‘rol yapmak ‘ hayatımıza bir şekilde girdiği için filmdeki oyunculuğun ne denli sahici olup olmadığı üzerinde tartışır, beğenir ya da beğenmeyiz. Bir çocuğun herhangi bir animasyon filmine bakıp kendini Çizmeli Kedi sanması türünden bir yanılsamayla (illüzyon) izleriz olan biteni. Beyaz bir perdeye yansıyan hareketli fotoğraflarda kendimize bir yer seçeriz. Artık film bizimdir.
Film izlemek ile film okumanın ayrımı burada başlar. Bir film de bir kitap gibi okunabilir oysa… Sinema eleştirmenlerinin, kuramcılarının, ilgililerinin yanı sıra herhangi bir film izleyicisi de iyi bir ‘sinema okuryazarı’ olmayı seçebilir. Bu; sıradan bir izlence, eğlence alıcısı olmak yerine düşünerek haz almayı seçenlerin okuması olacaktır. Kendi ilgi alanlarına giren filmlerin sınıflamasından tutun da A sınıfı - B sınıfı bir yapım oluşuna, alt yazılı, üç boyutlu olup olmamasına ve hatta müziklerini kimin yaptığına dek kendi seçimiyle yönlendireceği bir film alıcısı olmasını getirecek ve bir adım ötesinde ‘izleyici’ aldığını doğru çözümleme yetisine kavuşacaktır.
“Hareketli resimler ve seslerden oluşan bir yazıdır” der Robert Bresson sinematografi için. İşte bu hareketli yazıyı alabildiğine doğru okumaya çalışmaktır sinema okuryazarlığı…
Taylan Biraderler’in Vavien filminde, mutsuz bir evlilik sürdüren ve karısını öldürmek için planlar yapıp onu uçurumun kenarına getiren Celal için ‘uçurum’un gerçek anlamını, kameranın o anki açısını yakalayan bir izleyici fark edebilir ancak. Uçurum ile gösterilen sadece ölüm değildir o noktada. İç dünyasındaki bir uçurum ve sürprizlerle dolu bir bakıştır hayata…
Ya da bir otistiğin bakışıyla yönetmenin kendi bakış açısının iç içe geçtiği Temple Grandin filminde “sıcaklığı görebiliyorum” repliğinin bir başka dünyanın dilbilimsel göstergesi olduğunu kavradığı noktada bir otistiğin dilini çözmekte de bir adım öne geçecektir.
Oliver Stone’un Natural Born Killers / Katil Doğanlar’ında (1994) rastgele ölüm saçan bir çiftin yerine geçen bir çift izleyici olmayı seçmek ya da seçmemek gibidir bir filmi doğru okumak. Ya rastgele ateş açan olmayı seçersiniz ya Amerikan rüyasının çöküşüne, vahşi hayatın modern hayat oluşuna, aile kavramının içinin boşaltılmış olmasının sonuçlarına tanıklık edersiniz. ‘Vahşi bir film’ tanımlamasından önce bir parça düşünmenin de gerekli olduğunu kavrayabilirsiniz belki de…
Son dönemde kendine özel bir önem atfedilen ‘Medya Okuryazarlığı’ yediden yetmişe herkes için tüm organlarıyla önemlidir. İşte bu noktayı iyi bildiğinizde internetten televizyona tüm medya size değil, siz medyaya hükmedersiniz.
Sinema okuryazarlığı da buna benzer. Filmi seçme aşamasından seçtiğini izleyip yorumlama aşamasına kadar size ancak ve ancak ‘bilgi’ yön gösterebilir. Bir şeyi reddetmek için de kabul etmek için de dolaştığınız alanı iyi bilmeniz gerekir. Medya sokaktaki ‘billboard’lardan karanlık salonlardaki beyaz perdeye kadar hayatımızın (no escape) kaçışsız bir parçasıdır artık.
Ve filmler bize hiçbir şey sormadan evlerimize girerler ve oturma odalarımızda başköşeye kurulurlar. Tıpkı şarkılar gibi, duygularımızı sağaltmak dışında, sanki hiç suya sabuna dokunmayan masum şarkılar gibi…
İşte o noktada filmi okumaya çalışan; filmin ne amaçla yapıldığını, film yapımcısının önemini kavradığı ve belki de göstergelerin bilinçli seçilmiş olduğunu, belli bir kitleyi provoke etmek için yapılan ticari ve / ve de siyasi bir film olduğunu anladığı noktada filmin reklamcısı ve / ve de kışkırtılmış bir toz tanesi olmayı reddedecektir… Belki de bilerek kabul edecektir, kim bilir...
Bir filmin karşısında göz-kulak olan herkesin okuma-yazma bilmezlikten vazgeçip bir parça ‘sinema okuryazarı’ olması umuduyla…