Her yeni gün yeni bir gündeme uyanıyoruz. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki bir gündemi sindiremeden diğerinin hazmına başlıyoruz. Hazım çok da kolay olmuyor; mide rahatsızlıkları, sindirilemeyen gündemlerin yarattığı obezite durumları ruh ve zihin sağlığımızı tehdit ediyor. Obez bedenlerden sonra obez ruh ve zihinlerle gezmeye başlayacağız yakında. Hâlihazırda tartışılan gündem konusu da belli. Dershaneler… Ayak seslerini aylar öncesinden duyduğumuz bu konu, son günlerin popüler gündem maddesini oluşturuyor. Uzun bir süre de gündemden düşmeyeceğe benziyor. Hâlâ bir çözüme varılamadı, uzlaşma da sağlanamadı.
İki taraf iki sav üzerinden tartışmayı sürdürüyor. Eğitim konusunu ciddiye aldığını söyleyen ve bu konunun temel muhatabı olarak kendisini gören hükümet, sağlıklı bir eğitim sisteminde dershanelerin olmaması gerektiğini savunurken; dershanelerin varlığını sürdürmesi gerektiğini söyleyen grup, büyük eksiklikleri olan eğitim sisteminin öğrenci ihtiyaçlarını karşılayamadığını ve bunun doğal sonucu olarak dershanelere ihtiyaç duyulduğunu ve mevcut sistemde bu kurumların kapatılmasının, öğrenciler için büyük bir bozgun yaratacağını savunuyor. İşin perde arkasında konuşulan durumları bir kenara bırakarak, sahnenin ön kısmında tartışılan olay üzerinden değerlendirme yaptığımda her iki tarafın görüşünü de akla ve mantığa uygun görüyorum. Nasreddin Hoca’nın deyişiyle Hükümet de Dershaneciler de kendince haklı.
İki taraf da haklı ve samimi bir şekilde temel iki sav üzerinden tüm tartışmalar yürütüyor ve gerçekte perde arkasında konuşulan başka meselelerle bu tartışmalar yürütülmüyorsa eğer, konunun çözümü o kadar da zor görünmüyor benim gözümde. Ne hükümet ne dershaneciler ne de aileler bu durumdan zararlı çıkmayabilir. Çözümün pratik yolu iki savın da birbirine entegre edilmesinden geçiyor. Peki bu entegrasyon nasıl olacak? Bu da kolay. Eğer dershaneler iddia ettikleri gibi kapatılmaları durumunda eğitimin çökeceği, çocuklarımızın ve gençlerimizin kaybedileceği endişesi taşıyorlarsa yine bu hizmetlerini sürdürebilirler. Yalnız küçük bir farkla. Kendi merkezlerinde değil de Milli Eğitimin okullarında. Normal ders saatlerinde Milli Eğitimin öğretmenleri tarafından verilen eğitime ek olarak, derslerin yapılmadığı saatlerde ve günlerde, dershaneler Milli Eğitim okullarında öğrencilere ders verebilirler. Bu sayede hem yılların tecrübelerini kullanmış hem endişe ettikleri gibi eğitim sistemine ve çocuklara zarar verilmemiş hem de verdikleri hizmet karşılığında devlet tarafından ödenen ücretlerle dershaneciler mağdur edilmemiş olur. Aileler de kendileri için büyük bir kâbusa dönen dershane giderleri ile boğuşmaktan kurtulurlar.
Bunu kendi alanımdan bir örnekle açıklamak istiyorum. Bundan yıllar önce çocuklara uygulanan konjuge pnömokok aşısı (KPA) ülkemize ilk geldiğinde fiyatı 125 lira civarında idi. Bir çocuğun tam aşılanması için dört doza ihtiyaç duyuluyordu ve bu harcamanın aileye maliyeti 600 liraydı. Yani aileler için bu harcama ciddi bir rakamdı. Sağlık Bakanlığı birkaç yıl içinde bu işi çözdü ve aşıyı ülkedeki tüm çocuklara uygulanacak şekilde ulusal aşı programına aldı. Bu uygulamadan sonra bir çocuk için gerekli dört doz aşının devlete maliyeti sadece 40 lira tuttu. Sonuçta hem aileler hem çocuklar memnun kaldı hem de devlet, vatandaşlarının menfaati için iyi bir uygulamaya imza atmış oldu.
Bu örnekle dershaneleri ilişkilendirdiğimde benzer bir uygulamanın dershaneler için de düşünülebileceği fikrine ulaşıyorum. Dershanelerin devlet okullarında vereceği kurslara katılacak öğrenci sayısı çok artacağı için, devletin bu hizmet alımında dershanelere ödeyeceği miktar öğrenci başına inanılmaz düşük rakamlara gelecek, ayrıca gelir durumu çok düşük olan aileler de çocuklarını rahatlıkla okul bünyesinde açılan bu dershanelere gönderme fırsatı bulacaktır.
Problemin çözümü basit bir kazan-kazan formülü üzerine kurulu. Savlar samimiyse çözüm de herkes için samimi ve basit. Sonuçta ya herkes kazanacak ya da herkes kaybedecek.
İki taraf iki sav üzerinden tartışmayı sürdürüyor. Eğitim konusunu ciddiye aldığını söyleyen ve bu konunun temel muhatabı olarak kendisini gören hükümet, sağlıklı bir eğitim sisteminde dershanelerin olmaması gerektiğini savunurken; dershanelerin varlığını sürdürmesi gerektiğini söyleyen grup, büyük eksiklikleri olan eğitim sisteminin öğrenci ihtiyaçlarını karşılayamadığını ve bunun doğal sonucu olarak dershanelere ihtiyaç duyulduğunu ve mevcut sistemde bu kurumların kapatılmasının, öğrenciler için büyük bir bozgun yaratacağını savunuyor. İşin perde arkasında konuşulan durumları bir kenara bırakarak, sahnenin ön kısmında tartışılan olay üzerinden değerlendirme yaptığımda her iki tarafın görüşünü de akla ve mantığa uygun görüyorum. Nasreddin Hoca’nın deyişiyle Hükümet de Dershaneciler de kendince haklı.
İki taraf da haklı ve samimi bir şekilde temel iki sav üzerinden tüm tartışmalar yürütüyor ve gerçekte perde arkasında konuşulan başka meselelerle bu tartışmalar yürütülmüyorsa eğer, konunun çözümü o kadar da zor görünmüyor benim gözümde. Ne hükümet ne dershaneciler ne de aileler bu durumdan zararlı çıkmayabilir. Çözümün pratik yolu iki savın da birbirine entegre edilmesinden geçiyor. Peki bu entegrasyon nasıl olacak? Bu da kolay. Eğer dershaneler iddia ettikleri gibi kapatılmaları durumunda eğitimin çökeceği, çocuklarımızın ve gençlerimizin kaybedileceği endişesi taşıyorlarsa yine bu hizmetlerini sürdürebilirler. Yalnız küçük bir farkla. Kendi merkezlerinde değil de Milli Eğitimin okullarında. Normal ders saatlerinde Milli Eğitimin öğretmenleri tarafından verilen eğitime ek olarak, derslerin yapılmadığı saatlerde ve günlerde, dershaneler Milli Eğitim okullarında öğrencilere ders verebilirler. Bu sayede hem yılların tecrübelerini kullanmış hem endişe ettikleri gibi eğitim sistemine ve çocuklara zarar verilmemiş hem de verdikleri hizmet karşılığında devlet tarafından ödenen ücretlerle dershaneciler mağdur edilmemiş olur. Aileler de kendileri için büyük bir kâbusa dönen dershane giderleri ile boğuşmaktan kurtulurlar.
Bunu kendi alanımdan bir örnekle açıklamak istiyorum. Bundan yıllar önce çocuklara uygulanan konjuge pnömokok aşısı (KPA) ülkemize ilk geldiğinde fiyatı 125 lira civarında idi. Bir çocuğun tam aşılanması için dört doza ihtiyaç duyuluyordu ve bu harcamanın aileye maliyeti 600 liraydı. Yani aileler için bu harcama ciddi bir rakamdı. Sağlık Bakanlığı birkaç yıl içinde bu işi çözdü ve aşıyı ülkedeki tüm çocuklara uygulanacak şekilde ulusal aşı programına aldı. Bu uygulamadan sonra bir çocuk için gerekli dört doz aşının devlete maliyeti sadece 40 lira tuttu. Sonuçta hem aileler hem çocuklar memnun kaldı hem de devlet, vatandaşlarının menfaati için iyi bir uygulamaya imza atmış oldu.
Bu örnekle dershaneleri ilişkilendirdiğimde benzer bir uygulamanın dershaneler için de düşünülebileceği fikrine ulaşıyorum. Dershanelerin devlet okullarında vereceği kurslara katılacak öğrenci sayısı çok artacağı için, devletin bu hizmet alımında dershanelere ödeyeceği miktar öğrenci başına inanılmaz düşük rakamlara gelecek, ayrıca gelir durumu çok düşük olan aileler de çocuklarını rahatlıkla okul bünyesinde açılan bu dershanelere gönderme fırsatı bulacaktır.
Problemin çözümü basit bir kazan-kazan formülü üzerine kurulu. Savlar samimiyse çözüm de herkes için samimi ve basit. Sonuçta ya herkes kazanacak ya da herkes kaybedecek.