Toplumdaki ‘bir lokma bir hırka’ anlayışına göre Müslüman zengin değil, yoksul olmalı, elindekilerle yetinmeli hatta gerektiğinde aç kalmalıdır ki daha takva sahibi olabilsin. Kur'an aktif bir mümin modeli önerirken, bu anlayış pasif bir modeli dayatır ve bunu Kur'an adına yaptığını iddia eder.
Diğer taraftan Müslüman'ın 'iki lokma bir hırka' yaşamasını, hatta 'sürünme'sini gönülden arzu eden, zenginse de "değirmenin suyu nereden geliyor?" diyerek 'buzağı' arayanlara da Kur'an şöyle cevap verir;
Rızkı veren Allah’tır. O, hesaba katılmayan yönden, hesapsız rızık verendir. Var olan her nimet onu yaratanın ürünüdür. Tüm nimetler onları takdir edebilenler içindir ve bunlarla kıyaslanamayacak nicesi de "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır..." (Araf Suresi, 32) ayeti gereği ahirette yalnız müminlere verilecektir.
Malın ve mülkün gerçek sahibi Allah'tır; her nimet O'ndan gelir ve yine O dilerse gider. Kendisine mal ve mülk verilen mümin, bundan dolayı gururlanmaz, büyüklenmez ya da şımarmaz, yitirme duygusu yaşamaz. Hepsi için şükreder ve nimetleri Allah'ın hoşnutluğunu kazanma amacıyla kullanır.
Ancak, "Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şahiddir. Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı çok katıdır." (Adiyat Suresi, 6-8) Mal ve mülk sevgisi kimi insanların kalbini katılaştırıp onları dinden uzaklaştırabilir. Kişi, Allah'a muhtaç olduğunu unutup, kulluk bilincini kaybedebilir, hep daha fazlasını kazanma hırsına kapılabilir. Mal, mülk müminin şükrünü ve ecrini artırırken, gaflete kapılan kişinin azgınlığını ve azabını artırır.
Mümin kanaatkârdır ancak kanaat, verilenle yetinmek değil geçinmektir. Daha fazlası için ve Allah yolunda kullanmak amacıyla dünya hayatında zenginlik ve mülk isteyebilir insan. Hz. Süleyman istemiş Rabbi vermişti. O, muhteşem bir güç, servet ve iktidara sahip olmasına rağmen, her zaman Allah'a karşı içinde derin bir saygı taşımış ve tüm imkânlarını O'nun yolunda kullanmıştı.
"...Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim..." (Sad Suresi, 32)
Müslüman zengin olmalıdır ki zekât, infak gibi ibadetleri yerine getirirken çok fazla ihtiyaç sahibine, çok daha fazla verebilsin.
Kâinatta, yaratılmış her şey bir başkasına hizmet için vardır. Dahası bu hizmet karşılıksızdır, çıkarsız, beklentisizdir. Yardımın, fedakârlığın, merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş şekli ise vakıflardır.
Vakıfların ilk örneğini Peygamberimiz(asm) ile görürüz. Medine’de sahibi olduğu yedi ayrı hurmalığını, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarından kendisine düşen payı Allah yolunda vakfetmişti Peygamber.
Bu güzelliğe şahit olan sahabe de, kendi imkânlarıyla vakfetmişlerdi. Hazreti Câbir bu konuda şöyle söyler:
“Muhacir ve ensardan imkân sahibi olup da vakfetmemiş bulunan tek kişi bilmiyorum.”
İnsan, Allah katından bir imtihan olarak yoksul olabilir. Mallardan eksiltme ile imtihan olan mümin, zor zamanlarında da Rabb'ine tevekkül eder kararlılıkla sabreder. Ancak yoksulluğun tercih edilmesi ya da özendirilmesi çok farklıdır ve yanılgıdır.
Kur'an'daki, “Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur. (Tevbe Suresi, 92) ayetinde söz edilen müminlerden olmak yerine, Allah yolunda canı ve malıyla mücadele eden bir mümin olmanın, İslam için çok daha hayırlı olacağı açıktır. Alan el yerine veren el olmak daha iyi değil midir?..