Adın geçince mangalda kül bırakmayacak kadar çok sevdiğimizi söyledik seni. Sesimiz ne kadar gür çıkarsa, adını haykırıp sokaklara ne kadar çok dökülürsek seni o kadar çok sevdiğimizi ispatlarız sandık. Her birimiz ayrı sevgi tanımları yaptı senin için. Benim sevgim bir başkasının sevgisinden daha büyük, daha sahici, daha yüce dedik. Her birimiz sevdiğimizi söyledik kendi dilimizce, farklıydı tanımlarımız ama ortak bir şey vardı, sözcüklerimizin içi boştu. İçi boşaltılmış, anlamını yitirmiş sözcüklerle anlattık sana olan sevgimizi. Göstermelikti sevgimiz, samimiyetten uzak, şekilden ibaret, soğuk ve kuru…
Adın vatandı senin, önüne “Ana” kelimesini koyup doğurgan kıldık seni, annemizden can üfledik adına. Ana kadar sıcaktın sen, besleyendin bizi, öğretendin, bağrını açandın, ne yaparsak yapalım affedendin. Anavatandın sen. Anavatanımızdın. Bizden bir parçaydın, kıymetlimizdin…
Adına şarkılar yazdık, şiirler söyledik. “Bir başkadır benim memleketim.” dedik seni anlatırken, hep bir ağızdan söylerken coştu içimiz. Adına yazılan marşı okurken ve dalgalanırken göklerde al kırmızı bayrağımız gururlandık. Sonra rutine bindirdik her şeyi, dalgalanan bayrak, kırmızı ve beyazdan ibaret bir bez parçasına, okunan mısralar ahenkli birer söz yığınına döndü. Kaybettik özü. Şeklin içine gömdüğümüz özü, kaybettik.
Sakin bir hafta sonunda ağır ve ağdalı bir yazı yazmak niyetinde değilim. Her yeni gün yeni bir gündeme uyanırken, gündemin bu kadar hızlı değiştiği, olağan olmayanı olağan görmeye alışmış ve alıştırılmışken büyük meseleler üzerine söz söylemek niyetinde de değilim. Söz söylemeyi kendi üzerine alan, sözüm ona bilirkişilerin çok sayıda olduğu bir yerde daha hafif gündemlerle günü geçirmek daha az yıpratıcı geliyor bana.
Nerden çıktı bu mevzu, vatan sevgisi mevzu nereden çıktı? Mesele hiç kapanmadı aslında. Hep gündemdeydi. Yıllarca konuştuğumuz bir konu vatan sevgisi. İçinde bulunduğumuz şu günlerde, bir yanda vatan içinde çözmeye çalıştığımız sorunlar, diğer yanda güneyimizde patlak veren ve bir şekilde içine alınmaya çalıştığımız savaş, bu yazının ilham kaynağı olmadı, ben daha basit ve daha sıradan bir olaydan etkilenerek yazma ihtiyacı hissettim bu yazıyı.
Bir arkadaşımın anlattığı olay üzerine dokundu parmaklarım klavyeme. İlk dinleyişte biraz komik geldi, fıkra gibi, ama düşününce trajedisi yoğun bir komediye döndü gözümde. Acıdım, üzüldüm, yanlışı nerede yapıyoruz diye sordum kendime, nereden başlamalı yanlışı düzeltmeye?
Olay Ankara’da, başkentimizde, umumî tuvalet işleten birkaç vatandaşımızın parlak zekâsından(!) ortaya çıkıyor. Malumunuz tuvaletlerde su önemlidir, temizlik suyla sağlanır, hele hele umumî bir tuvalette, günde sayısını bile tahmin edemeyeceğiniz insan sirkülâsyonunun yoğun olduğu bir tuvalette, suyun kullanılmaması demek tam bir facia.
Bizim parlak zekâlı (!) ağabeylerimiz bunun bilincinde pek tabi, ama bir yandan da ceplerine giren ve çıkan paranın derdinde. Çok fazla su israfı oluyor diye tuvaletlerin sifonlarını işlemez hâle getirmiş bu ağabeyler. Gelen müşteriler başta basit bir sifon arızası gibi düşünüp diğer sifonlarda da aynı durumun olduğunu görünce işletme sahiplerine nedenini sormuşlar. Sifonla yapılan işi, bir kova su ile halledebileceklerini söylemişler işletme sahipleri. Öyle ya, sifonla akıp giden yüzlerce litre suyun işlevini bir kova su ile kolaylıkla halledebiliyorlar. Hem su israfının önüne geçiyorlar hem de ceplerinden çıkan su faturaları azalmış oluyor. Durum ortaya çıkınca bölgenin sorumluları işletmeye gönderilen su faturalarının miktarını azaltmaya karar vermiş. Amaç hem gelen müşteriyi memnun etmek hem de işletme sahiplerini sifonları bozmaya götürecek kadar bellerini büktüğünü söyledikleri su faturası derdinden kurtarmak.
Peki sorun çözülmüş mü, sifonlar eski güzel günlerine dönmüş mü? Farklı tahminler yapıyorsunuz eminim, aradan iki ay geçmiş ve bölgenin su idaresinden sorumlu kurum yeni bir karar almış, su faturalarının eski tarife üzerinden, yani indirimsiz fiyat üzerinden ödenmesini istemişler tekrar. Durumun aslı şu ki, bizim işletme sahipleri su faturaları yarıya düşünce yeni bir kazanç kapısı bulmuşlar kendilerine. Tuvaletlerine gelen yarı fiyatına indirimli suyu, kaçak olarak başkalarına satıp ekstra bir gelir sağlamışlar iki ay boyunca.
Olay kiminize komik gelebilir. “Vay be, memleketimin insanı ne kadar da cin fikirli!” diyenleriniz olabilir ya da “Dostum bu kadar büyük yolsuzluğun döndüğü bir ülkede gözüne bata bata bu küçük hadise mi battı?” diyenleriniz de olabilir. Nasrettin Hoca’nın diliyle “Sen de haklısın.” diyeyim her birinize. Haklı olduğunuz yan, yaptığınız savunma ancak yapılan işin haklı hiçbir tarafı yok. Küçük ve komik gelebilir ilk bakışta ama derinlemesine bakıldığında çürümenin tavandan tabana bu kadar hızlı yayıldığını görmüş olmak iç acıtıcı. Şahsi çıkarların milli çıkarların önüne geçmesi çürümenin, vatan olma bilincinin, birlik ruhunun yok olduğunun en bariz örneği.
Yazımın başında dedim ya, içi boşaltılmış sözcüklerle seviyoruz vatanımızı. Bir tek millî maçlarda sokağa dökülüp ülkemizin adını bağırmakla sevmiş olmuyoruz ya da basit bir uluslararası şarkı yarışmasında ekranlarımızın başına kilitlenip birinci olmak için oy vermekle de sevmiş olmuyoruz vatanımızı. Vatanını sevmek demek, hangi işi yapıyorsak yapalım hakkıyla yapmaktan geçiyor, vatanını sevmek demek, kendi gemisini kurtarmak derdiyle yanıp tutuşmaktan değil, ortak bir geminin yolcusu olduğunu hatırlamaktan ve gemiyi birlikte karaya çıkarmak gerektiği düşünmekten geçiyor. Vatanını sevmek demek, iyi bir öğrenci, başarılı bir öğretmen, insan sevgisi ile dolu bir doktor, adalet gözeten bir yargıç, ülkesinin çıkarları için çalışan bir bilim adamı, iyi çocuklar yetiştiren anne babalar olmaktan geçiyor.
Okullarda çocuklarımızı çoktan seçmeli sınavlara yarış atı hazırlar gibi yetiştirmek yerine, önce iyi bir vatandaş olmayı, iyi bir insan olmayı, çalışmayı, dürüstlüğü, adaleti, hak ve hukuku öğretmeliyiz. Aksi halde çok yakın zamanda bireysel çıkarları toplumsal çıkarlarının önüne geçen vatandaşlarla dolu bir ülke olacağız. Gemi batmadan, çürümüşlük ve kokuşmuşluk damarlarımıza sinmeden çuvaldızı kendimize batırmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor. Benden sonra tufan anlayışı, hiçbir yere götürmez bizi, Nuh’un gemisini beklemeye gerek yok, bir yerden yürütmeye başlamalı gemiyi.