Bir Bayramı daha geride bıraktık. İlk gün sabah erkenden kalkıldı, bayram namazları kılındı. Müslümanlar birlikte rükûa, birlikte secdeye gitti. Ruhlar kardeşliği yaşadı. Bir bayram havası ile kalpler coştu. Gün içinde kurbanlar kesildi, etler dağıtıldı, hâlâ da dağıtılıyor. Akrabalar, tanıdıklar ziyaret ediliyor, bayramlaşılıyor.
Eş dostla sohbet sırasında Müslümanların kardeşliğinden, yerinden yurdundan, yakınlarından edilen Müslümanların durumundan, dünyada yaşanan zulümlerden ve bir şeyler yapılması gerektiğinden söz edildi belki. Yazılı ve görsel medyada sosyal dayanışma, barış, kardeşlik ve birlik mesajları verildi.
Sonra ne mi oldu? Bayramın son günü ile birlikte hayat ‘normal’e döndü. Herkes eski işine gücüne devam ediyor. Söylenenler sözde kaldı, unutuldu. Herkes öyle yoğun bir çalışma temposu içinde ki, konuşulanlar hatırlanmıyor bile.
Oysa duyarlı olmalı her Müslüman; vicdanı diri olmalı. Müslümanların çektiği acılar kendi başına gelmesin diye merhamet duygusunu bastıran insanlar görmüştüm. İnsanın vicdanını sızlatan görüntüler karşısında –acırlarsa başlarına geleceği endişesiyle ve bencillikle- “Allah acısın” diyorlardı fısıltıyla.
Yüce Rabbimiz, merhamet edenlerin en merhametlisi. Bu görüntüleri Allah bizim için, bizim merhamet etmemiz için yaratıyor ve sınıyor bizi. “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa Suresi, 75) diye soruyor Kur’an. “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyuruyor Peygamber(asm). Biz ise zulümleri sadece izliyor, zalimlerle birlikte yol alıyoruz…
Bediüzzaman, özellikle bayram namazlarında bir anda “Allahu ekber” diyen yüzer milyon insanların seslerinin gayb aleminde ittihat ettiklerini söylüyor. Ve bu seslerin görünen alemde de ittihat etmesi durumunda, küre-i arzın büyüklüğü nispetinde büyük bir Allahuekber’i hükmünde olacağını. (17. Lem’a ve Mesnevî-i Nuriye)
“… yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-Âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.”
Bayram ertesi kalabalıklar dağıldı ve şimdi vicdanımızla baş başayız. Bediüzzaman; “ittihad âdet değil ibadettir” diyerek uyarırken, biz etrafımızda olup bitenlere kör, sağır, dilsiz mi olacağız? Yoksa yapabildiğimizin en fazlasını yapma gayreti içinde mi olacağız? Oturanlardan ve uyuyanlardan mı olacağız yoksa yürüyen, koşan ve yol alanlardan mı?
“Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var? İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlaka sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyamete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki siz ne hüküm verirseniz o, mutlaka sizin kalacak, diye.” (Kalem Suresi, 36-39) buyuruyor Allah. “İman ettim” diyorsak, diğer âyetleri göz ardı ederek, Kur’an’dan seçtiğimiz âyetlere uymak, belli emirlere itaat etmek,, bir ucundan ibadet etmek gibi bir lüksümüz olabilir mi?
İtaatin küçüğü büyüğü olmaz; kenarından köşesinden itaat olmaz. Önemli olan tam teslimiyettir. Yaşadıkları zorlu imtihanda Hz. İbrahim(as) ve oğlu Hz. İsmail’in(as), Allah’a olan kayıtsız şartsız itaatleri, teslimiyetleri ile gönülden bağlılığın ve îmânın ne olduğunu insanlığa sundular. Allah’ın ‘dost’ edindiği kutlu peygamber Hz. İbrahim(as)’ın, oğlu İsmail(as)’ı Rabbi için feda edebileceğini ispatlaması, güçlü ve derin îmânının delilidir. Bu üstün ahlâk sahibi kutlu insanların yolunu izlemeli, zor zamanlarındaki tavizsiz davranışları, sabırlı ve tevekküllü kişilikleriyle ve Allah’ın âyetlerini uygulamadaki titizlikleri ile onları örnek almalı değil miyiz?
Allah’a ulaşacak olan, kurban ettiğimiz hayvanların etleri ve kanları değil takvamızdır. Onun bize kazandırdığı şuur ve duyarlılıktır. İbadetin ruhudur önemli olan. Bu ruh, Kur’ân ahlâkını, Mekke ve Medine’den insanlığa ulaştıran ruhtur. Peygamber(asm)’ın, “kim müminlerin dertleriyle ilgilenmezse onlardan değildir” hadisi karşısında vicdanen rahatsızlık hisseden ruhtur.
Yazmaya başladığımdan bu yana her bayram yazım ittihad-ı İslâm üzerine oluyor. Eli kalem tutan ve bu birliği gönülden diğer arkadaşlarım gibi ümîdimi asla kesmeden, şevkimi, coşkumu diri tutarak ömrüm yettiğince de yazacağım. Tâ ki Hâlıkı bir, dini bir, kıblesi bir olan Müslümanlar uyanıncaya, tembellik döşeğinden kalkıncaya, korkuyu, ümitsizliği ve şevksizliği bırakıncaya, gerçek anlamda bir ve birlik oluncaya kadar.
Tâ ki asıl bayramı yaşayıncaya kadar…
Eş dostla sohbet sırasında Müslümanların kardeşliğinden, yerinden yurdundan, yakınlarından edilen Müslümanların durumundan, dünyada yaşanan zulümlerden ve bir şeyler yapılması gerektiğinden söz edildi belki. Yazılı ve görsel medyada sosyal dayanışma, barış, kardeşlik ve birlik mesajları verildi.
Sonra ne mi oldu? Bayramın son günü ile birlikte hayat ‘normal’e döndü. Herkes eski işine gücüne devam ediyor. Söylenenler sözde kaldı, unutuldu. Herkes öyle yoğun bir çalışma temposu içinde ki, konuşulanlar hatırlanmıyor bile.
Oysa duyarlı olmalı her Müslüman; vicdanı diri olmalı. Müslümanların çektiği acılar kendi başına gelmesin diye merhamet duygusunu bastıran insanlar görmüştüm. İnsanın vicdanını sızlatan görüntüler karşısında –acırlarsa başlarına geleceği endişesiyle ve bencillikle- “Allah acısın” diyorlardı fısıltıyla.
Yüce Rabbimiz, merhamet edenlerin en merhametlisi. Bu görüntüleri Allah bizim için, bizim merhamet etmemiz için yaratıyor ve sınıyor bizi. “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa Suresi, 75) diye soruyor Kur’an. “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyuruyor Peygamber(asm). Biz ise zulümleri sadece izliyor, zalimlerle birlikte yol alıyoruz…
Bediüzzaman, özellikle bayram namazlarında bir anda “Allahu ekber” diyen yüzer milyon insanların seslerinin gayb aleminde ittihat ettiklerini söylüyor. Ve bu seslerin görünen alemde de ittihat etmesi durumunda, küre-i arzın büyüklüğü nispetinde büyük bir Allahuekber’i hükmünde olacağını. (17. Lem’a ve Mesnevî-i Nuriye)
“… yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-Âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.”
Bayram ertesi kalabalıklar dağıldı ve şimdi vicdanımızla baş başayız. Bediüzzaman; “ittihad âdet değil ibadettir” diyerek uyarırken, biz etrafımızda olup bitenlere kör, sağır, dilsiz mi olacağız? Yoksa yapabildiğimizin en fazlasını yapma gayreti içinde mi olacağız? Oturanlardan ve uyuyanlardan mı olacağız yoksa yürüyen, koşan ve yol alanlardan mı?
“Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var? İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlaka sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyamete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki siz ne hüküm verirseniz o, mutlaka sizin kalacak, diye.” (Kalem Suresi, 36-39) buyuruyor Allah. “İman ettim” diyorsak, diğer âyetleri göz ardı ederek, Kur’an’dan seçtiğimiz âyetlere uymak, belli emirlere itaat etmek,, bir ucundan ibadet etmek gibi bir lüksümüz olabilir mi?
İtaatin küçüğü büyüğü olmaz; kenarından köşesinden itaat olmaz. Önemli olan tam teslimiyettir. Yaşadıkları zorlu imtihanda Hz. İbrahim(as) ve oğlu Hz. İsmail’in(as), Allah’a olan kayıtsız şartsız itaatleri, teslimiyetleri ile gönülden bağlılığın ve îmânın ne olduğunu insanlığa sundular. Allah’ın ‘dost’ edindiği kutlu peygamber Hz. İbrahim(as)’ın, oğlu İsmail(as)’ı Rabbi için feda edebileceğini ispatlaması, güçlü ve derin îmânının delilidir. Bu üstün ahlâk sahibi kutlu insanların yolunu izlemeli, zor zamanlarındaki tavizsiz davranışları, sabırlı ve tevekküllü kişilikleriyle ve Allah’ın âyetlerini uygulamadaki titizlikleri ile onları örnek almalı değil miyiz?
Allah’a ulaşacak olan, kurban ettiğimiz hayvanların etleri ve kanları değil takvamızdır. Onun bize kazandırdığı şuur ve duyarlılıktır. İbadetin ruhudur önemli olan. Bu ruh, Kur’ân ahlâkını, Mekke ve Medine’den insanlığa ulaştıran ruhtur. Peygamber(asm)’ın, “kim müminlerin dertleriyle ilgilenmezse onlardan değildir” hadisi karşısında vicdanen rahatsızlık hisseden ruhtur.
Yazmaya başladığımdan bu yana her bayram yazım ittihad-ı İslâm üzerine oluyor. Eli kalem tutan ve bu birliği gönülden diğer arkadaşlarım gibi ümîdimi asla kesmeden, şevkimi, coşkumu diri tutarak ömrüm yettiğince de yazacağım. Tâ ki Hâlıkı bir, dini bir, kıblesi bir olan Müslümanlar uyanıncaya, tembellik döşeğinden kalkıncaya, korkuyu, ümitsizliği ve şevksizliği bırakıncaya, gerçek anlamda bir ve birlik oluncaya kadar.
Tâ ki asıl bayramı yaşayıncaya kadar…