Nilüfer Zontul Aktaş

Nilüfer Zontul Aktaş

Bir Demet Anı Derdim, Gönül Tarlamdan!

Hayat bir çiçekti, goncası ben!
Hayat bir denizdi, incisi ben!
Hayat bir yoldu, yolcusu ben!
Hayat beyaz bir düştü, perisi ben!
Ve
Hayat bir okuldu, öğretmeni ben
Öğretmeni bendim ben olmalıydım okulların! Gençtim, dinamiktim, idealisttim.

Köylerdeki kır çiçekleri de okuyup yazmalıydılar, deneyler yapmalıydılar, anlatabilmeliydiler düşüncelerini!

Tayin olup giderken ilk görev yerime, içim içime sığmıyordu. Sanki kutup noktalarına yaklaştığımı hissettiren bir soğuk karşılıyordu beni.

İlk görev heyecanıma bir de ilk defa köyde kalma heyecanı eklenince bedenim sanki taş kesilmişti. Okula vardığımızda gümbür gümbür soba yanıyordu. Sobanın kızıllığı yüzüme vurdukça taş kesilen bedenim gevşemişti. Çocukların gözlerindeki pırıltı beni daha da rahatlatmıştı.

Hepsi birden ‘Hoş geldiniz öğretmenim’ demişti ‘Öğretmenim!’ ne güzel bir sözcüktü. Ben öğretecektim her şeyi onlara! Öğretici ben olacaktım.

Bu hayallerle, ertesi gün okula gittiğimde sınıf buz gibiydi. Dişlerim birbirine çakılıyordu. Dizlerimin üstüne kadar kara saplana saplana okula gelmiştim. Çok üşümüştüm. İki öğrencinin elinde iki çuval vardı ‘bunlar ne?’ dedim. ‘Tezek ve odun öğretmenim’ dediler. Nasıl yakacaktım ki sobayı?’ Hiç soba yakmamıştım hayatımda. Hayatım dediğimde 21 yıl işte!

Orta sıralardan Musa adında çocuk atıldı hemen. Sıcak soğuk yanığı kara benzi, iri siyah gözleriyle bana bakıyordu.’Ben size yardım edeyim öğretmenim, ben soba yakmayı bilirim’ dedi.

Musa ile birlikte sobayı doldurduk yaktık.

Musa’nın ellerini avuçlarıma almıştım, beni öyle rahatlatmıştı ki.

‘Ben size daha bir şey öğretmeden sen bana soba yakmayı öğrettin Musa’ dediğimde çok mutluydu.

Beşi bir yerde altın misali dizilmiş bu birleştirilmiş sınıfımda aldığım ilk hayat dersleri benim için çok önemli olmuştu.

Bir Adem’im olmuştu öğretmenliğimin ileri ki yıllarında. Küçükken çocuk felci geçirmişti. ‘’Öylesine gitsin gelsin okula demişler’’. 3 yıl 1.sınıfa gitmişti. Konuşamazdı pek.’ Nasılsın Adem?’ derdim. Başını öne eğerdi. Her gün bu böyle olurdu.

Bir bahar günüydü. Güneşin parıltıları ve kuş sesleri sınıf dolduruyordu. Eğildim yine ‘Nasılsın Adem’ dedim. Gözlerimin içine baktı çevirmedi yüzünü, eğmedi başını.’İyiyim dedi.’

‘İnanamıyorum’ dedim. Adem gözlerime bakarak cevap vermişti ilk kez. Elimi omzuna attım, benimle konuşmasını bekliyordum. Açtı hikâyesini tek kelimeyle ‘okuyacağım’ dedi. ‘Oku Adem’ dedim. Şakır şakır okuyordu Adem Göz pınarlarım dolmuştu, öğrencilerde şaşkınlıkla izliyordu Adem’i.

Evet okuyordu Adem artık! Okuyordu.

Alkışlar! Alkışlar! Alkışlar! Elleri kızarana kadar alkışladılar Adem’i.

Her çocuk çantasından bir eşyasını hediye olarak uzattı Adem’e Öğretebilmenin ve öğrenmenin mutluluğunu hep birlikte böyle yaşamıştık.

Nurcan’ım vardı birde ufacık tefecik bir kız. Ufacıktı ama iri iri bal rengi göze sahipti. Öyle güzel bakardı ki. Babası çok yaşlıymış, ölmüş dediler. Annesi de tarlalarda günlük iş bulur çalışırmış. ağabeyleri ve ablaları evlenip gitmişler. Nurcan’ım tek başınaydı, yetimdi.

Öğrencilere okula alışsınlar diye ‘yarın herkes en sevdiği oyuncağı getirsin oynayalım’ dedim. Ertesi gün herkes bir şeyler getirmişti. Eski ve kırık getirenlerde vardı, Nurcan’ın önü boştu. ‘Nurcan!’ dedim. Boynu büküktü ‘ bebeğin yok muydu’ dedim. ‘ Yok öğretmenim benim hiç oyuncağım olmadı dedi.’ Ben tarlada topraktan bebek, tabak,evcik yapıyordum’ dedi. Diğer kız arkadaşları süslü püslü bebekler getirmişlerdi. Nurcan onları öylece izlerken boğazıma bir şeyler düğümlenmişti.

Ben daha bir şey demeden bir öğrencim ‘Benim çok bebeğim var birini getireceğim’ dedi. Diğeri’ bende’ dedi. Öbürü ‘bende’ dedi.

Ertesi gün Nurcan’ın gözündeki mutluluk hala karşımda durur.

Birde kara gözlüm vardı unutamadıklarımdan, unutamayacaklarımdan.

Osman! Yürek yaram!

‘Bana vermeyin’ dedim. ‘Bir şey olursa ben bu acıyı kaldıramam’ dedim.

Osman’ın gözleri gözlerimin içindeydi. Sarılıp öptü ellerimi.’Ben sizde okuyayım ne olur’ dedi. ‘Belimi kırdın Osman’ dedim. Sana şimdi nasıl yok derim.
Lösemi demişler hastalığına. Her gün yoklama defterimi elime aldığımda ‘Çok şükür Osman bugünde geldi derdim ‘İyileşiyor Rabbim’! Derdim.

Sakin oluşun her şeyi kabullenişin var ya! Beni benden alırdı. Ve bir gün! Osman’ın ablası sınıf kapısındaydı ‘Osman çok ağır hocam, kemo terapi görecekmiş’ dedi.

Ah Osman ah! ‘Hani beni ve sınıfı yalnız bırakmayacağına söz vermiştin!’ Günlerce seni nasıl bekleyecektik ki? Oyunbozanlık yaptın yürek yaram, oyunbozanlık yaptın!
Hayat bir çiçekti, goncası ben!
Hayat bir denizdi, incisi ben!
Hayat bir yoldu, yolcusu ben!
Hayat beyaz bir düştü, perisi ben!
Ve
Hayat bir okuldu, öğretmeni ben
Öğretmeni bendim ben olmalıydım okulların! Gençtim, dinamiktim, idealisttim.

Köylerdeki kır çiçekleri de okuyup yazmalıydılar, deneyler yapmalıydılar, anlatabilmeliydiler düşüncelerini!

Tayin olup giderken ilk görev yerime, içim içime sığmıyordu. Sanki kutup noktalarına yaklaştığımı hissettiren bir soğuk karşılıyordu beni.

İlk görev heyecanıma bir de ilk defa köyde kalma heyecanı eklenince bedenim sanki taş kesilmişti. Okula vardığımızda gümbür gümbür soba yanıyordu. Sobanın kızıllığı yüzüme vurdukça taş kesilen bedenim gevşemişti. Çocukların gözlerindeki pırıltı beni daha da rahatlatmıştı.

Hepsi birden ‘Hoş geldiniz öğretmenim’ demişti ‘Öğretmenim!’ ne güzel bir sözcüktü. Ben öğretecektim her şeyi onlara! Öğretici ben olacaktım.

Bu hayallerle, ertesi gün okula gittiğimde sınıf buz gibiydi. Dişlerim birbirine çakılıyordu. Dizlerimin üstüne kadar kara saplana saplana okula gelmiştim. Çok üşümüştüm. İki öğrencinin elinde iki çuval vardı ‘bunlar ne?’ dedim. ‘Tezek ve odun öğretmenim’ dediler. Nasıl yakacaktım ki sobayı?’ Hiç soba yakmamıştım hayatımda. Hayatım dediğimde 21 yıl işte!

Orta sıralardan Musa adında çocuk atıldı hemen. Sıcak soğuk yanığı kara benzi, iri siyah gözleriyle bana bakıyordu.’Ben size yardım edeyim öğretmenim, ben soba yakmayı bilirim’ dedi.

Musa ile birlikte sobayı doldurduk yaktık.

Musa’nın ellerini avuçlarıma almıştım, beni öyle rahatlatmıştı ki.

‘Ben size daha bir şey öğretmeden sen bana soba yakmayı öğrettin Musa’ dediğimde çok mutluydu.

Beşi bir yerde altın misali dizilmiş bu birleştirilmiş sınıfımda aldığım ilk hayat dersleri benim için çok önemli olmuştu.

Bir Adem’im olmuştu öğretmenliğimin ileri ki yıllarında. Küçükken çocuk felci geçirmişti. ‘’Öylesine gitsin gelsin okula demişler’’. 3 yıl 1.sınıfa gitmişti. Konuşamazdı pek.’ Nasılsın Adem?’ derdim. Başını öne eğerdi. Her gün bu böyle olurdu.

Bir bahar günüydü. Güneşin parıltıları ve kuş sesleri sınıf dolduruyordu. Eğildim yine ‘Nasılsın Adem’ dedim. Gözlerimin içine baktı çevirmedi yüzünü, eğmedi başını.’İyiyim dedi.’

‘İnanamıyorum’ dedim. Adem gözlerime bakarak cevap vermişti ilk kez. Elimi omzuna attım, benimle konuşmasını bekliyordum. Açtı hikâyesini tek kelimeyle ‘okuyacağım’ dedi. ‘Oku Adem’ dedim. Şakır şakır okuyordu Adem Göz pınarlarım dolmuştu, öğrencilerde şaşkınlıkla izliyordu Adem’i.

Evet okuyordu Adem artık! Okuyordu.

Alkışlar! Alkışlar! Alkışlar! Elleri kızarana kadar alkışladılar Adem’i.

Her çocuk çantasından bir eşyasını hediye olarak uzattı Adem’e Öğretebilmenin ve öğrenmenin mutluluğunu hep birlikte böyle yaşamıştık.

Nurcan’ım vardı birde ufacık tefecik bir kız. Ufacıktı ama iri iri bal rengi göze sahipti. Öyle güzel bakardı ki. Babası çok yaşlıymış, ölmüş dediler. Annesi de tarlalarda günlük iş bulur çalışırmış. ağabeyleri ve ablaları evlenip gitmişler. Nurcan’ım tek başınaydı, yetimdi.

Öğrencilere okula alışsınlar diye ‘yarın herkes en sevdiği oyuncağı getirsin oynayalım’ dedim. Ertesi gün herkes bir şeyler getirmişti. Eski ve kırık getirenlerde vardı, Nurcan’ın önü boştu. ‘Nurcan!’ dedim. Boynu büküktü ‘ bebeğin yok muydu’ dedim. ‘ Yok öğretmenim benim hiç oyuncağım olmadı dedi.’ Ben tarlada topraktan bebek, tabak,evcik yapıyordum’ dedi. Diğer kız arkadaşları süslü püslü bebekler getirmişlerdi. Nurcan onları öylece izlerken boğazıma bir şeyler düğümlenmişti.

Ben daha bir şey demeden bir öğrencim ‘Benim çok bebeğim var birini getireceğim’ dedi. Diğeri’ bende’ dedi. Öbürü ‘bende’ dedi.

Ertesi gün Nurcan’ın gözündeki mutluluk hala karşımda durur.

Birde kara gözlüm vardı unutamadıklarımdan, unutamayacaklarımdan.

Osman! Yürek yaram!

‘Bana vermeyin’ dedim. ‘Bir şey olursa ben bu acıyı kaldıramam’ dedim
Osman’ın gözleri gözlerimin içindeydi. Sarılıp öptü ellerimi.’Ben sizde
okuyayım ne olur’ dedi. ‘Belimi kırdın Osman’ dedim. Sana şimdi nasıl yok derim.

Lösemi demişler hastalığına. Her gün yoklama defterimi elime aldığımda ‘Çok şükür Osman bugünde geldi derdim ‘İyileşiyor Rabbim’! Derdim
Sakin oluşun her şeyi kabullenişin var ya! Beni benden alırdı. Ve bir gün!

Osman’ın ablası sınıf kapısındaydı ‘Osman çok ağır hocam, kemo terapi görecekmiş’ dedi.

Ah Osman ah! ‘Hani beni ve sınıfı yalnız bırakmayacağına söz vermiştin!’ Günlerce seni nasıl bekleyecektik ki? Oyunbozanlık yaptın yürek yaram, oyunbozanlık yaptın!

Gözyaşlarımı durduramıyordum. Öğrencilerim her gün minik ellerini açıp dua ediyorlardı biricik arkadaşlarına. Okuma yazmayı ne güzelde öğrenmişti.
Uzun bir süreden sonra Osman okula gelmişti. Saçsız! Yeşil maskeli! Kucağıma sığındı yine. ‘Beni affedin öğretmenim ben gelemeyeceğim okula! Herkes bana kel diyor öğretmenim! Kel diyorlar bana!’

Desinler Osman’ım ,onlar bilmiyorlar ben uyarırım’ dedim. Nafileydi. Gelmedi Osman. Kaydı gitti ellerimden bir yıldız gibi. Zaten birkaç gün sonra hastaneye yatmıştı. Karlı bir ocak günü telefonum acı acı çaldı.‘Osman huzura erdi hocam’ dediler. ‘İnanamam buna’ dedim ‘Hani iyiye gidiyordu her şey, bu acıyı nasıl kaldırırız’ dedim.

Dokuz yıllık kısacık bir ömür ve küçücük bir beden! Toprak seni kendine layık görmüş Osman’ım. Seni bizden daha çok sevmiş yürek yaram!.’
Sınıfa her gözümü kaldırıp bakışımda boş sıranda cismini hayal ediyordum hep. Siyah gür saçlarını, bana bakan iri gözlerini ve bıyık altından gülümseyişini!
Seni o kadar özledik ki yürek yaram benim için de şefaatçi olmanı diliyorum Allah’tan.

Birde Ömer’im var ciğerparem. Her öğrencimi evladım gibi görürdüm ama bunu bana daha da çok hissettiren.

Can kuzum.! Geçirdiğin kazayla Dünyama kocaman bir çizik atacaktın az kalsın.

Sensizliği yaşayarak bir ömür geçirme azabını tadacaktım az kalsın bir tanem!

Öğretmenlik hayatıma elveda dedirttirecektin. Üç yıl seninle gittiğim yollara, girdiğim sınıfa sensiz nasıl giderdim. O kitapları defterleri nasıl açardım?
Çünkü ben senin sadece öğretmenin değil, seni gözünden gözüne inanamayan annendim de...

Beni ve sınıfını sensiz bıraktırmadığı için sonsuz şükürler Rabbime! Ve yaşama tutunup bizi sensiz bırakmadığın için sonsuz teşekkürler sana bir tanem.

İlknur’um vardı bir de ışıltılı gözlü. Zeki bir kızdı. Bayrağın bağımsızlık sembolü olduğunu anlatıyorduk.’ Öğretmenim’ dedi.’ Bizim köyde bir dağ var, biz hep oraya çıkardık. Orada Türk bayrağı asılı idi. Bayrak direğinin tam karşısında yılan dimdik duruyordu. Sanki saygı duruşunda durur gibi’.’Onlar bile yaşadıkları topraklara ihanet etmiyorlar’.dedi. Çok duygulanmıştık.

Milli duyguları böylesine özümseyen çocuklarla gurur duyuyordum.

Anılarla dolu 16 yıllık mazide birkaç derin çizgiydi bunlar.

Ben öğretmenim! Yaşanacak nice hatıralarda kim bilir kaç öğrenci daha gizli. Kimini gözyaşımda sakladım, kimini ufak bir tebessümümde. Yüreğimde yaşayan tüm öğrencilere sonsuz sevgiler. Sizi anılar içinden dermek ve hissetmek anlam kazandırır dünyama.

Siz benim gönül dünyamda ve hatıralarımda beni mutlu edecek minik varlıklarsınız...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Nilüfer Zontul Aktaş Arşivi