Korkuyu çok küçük yaşlarda ailemiz ve çevrenin telkinleriyle öğreniyoruz. Küçükken genellikle “öcü” kavramıyla korkutuluyor, büyüdükçe korkunun diğer çeşitleriyle tanışıyoruz. Korkularımız da yaşımızla orantılı olarak sürekli büyüyor. Hemen hepimizin yaşadığı karanlık korkusu, yerini üniversite sınavı korkusuna, daha sonra meslek, kariyer, evlilik gibi geleceğe dair korkulara bırakıyor.
Çok cesur olduğumuz, hiçbir şeyden korkmadığımız iddiasında olsak bile, hayatımızın bir döneminde korkunun bir çeşidini yaşıyoruz. İşimizi yitirmekten korkmuyorsak, hastalanmaktan korkuyor, belki maddi kayba uğrama değil de ailemizi yitirme korkusunu içimizde taşıyoruz. Hepimiz hayatımız boyunca az ya da çok bir şeylerden korkuyoruz.
İlerleyen yaşlarımızda ise en büyük korkumuz, ölüm korkusu. Kendimizi ölüme yakın hissettiğimizde, “ölmekten korkmuyorum” desek bile, hangi şekilde öleceğimizin korkusunu yaşıyor, hayatımızı kâbusa çeviriyoruz.
Kaderi bilmiyor, bizi nelerin beklediğini merak ediyor, özellikle olumsuz olaylar yaşayacağımız olasılığını düşünüp, sıkıntı duyuyoruz. Bu düşünceler ciddi şekilde huzurumuzu kaçırıyor, strese sokuyor.
Ayrıca yaşadığımız günlük korkuları unutmayalım. Bu korkular ise yaş gruplarımıza göre değişkenlik gösteriyor.
Küçük yaşlardaki endişelerimiz genellikle arkadaşlık ilişkilerimiz, anne babalarımızın her isteğimizi yerine getirmemeleri, okulda yaşadıklarımız, derslerimiz, ödevlerimiz gibi konularda basit, ancak o yaşlarda bizim için çok önemli sorunlar. Yaşımız ilerledikçe sorun haline getirip, endişe duyduğumuz konular da artıyor.
Ergenlik döneminde ve ardından lise çağlarında arkadaşlarımızla aramızdaki sorunlar, grup içindeki popülerliğimiz, giyeceğimiz giysi, derslerimizdeki başarımız ve aile ilişkilerimiz en büyük ve en önemli sorunlar oluyor. Bu konularda olumsuz bir durumla karşılaştığımızda derinden etkileniyor, bunalıma giriyoruz.
O dönemde tüm sorunların ve korkuların doruk noktası ise üniversite sınavı. Bu sınavın kazanılması kesinlikle zorunlu; çünkü kazanılmadığında, ardından gelen sorunlar daha da büyüktür. Serde bizi o yaşa kadar getirmiş, yedirmiş içirmiş, dersaneye yollamış olan anne-babamıza hesap vermek var çünkü. Hem sonra bu durum akrabalara, eşe dosta, çevremizdeki insanlara nasıl açıklanır? Tüm bu ortak kaygılar oldukça yersizdir, ancak o yaşlarda insanı derinden yıpratır.
Kimi zaman yalnızca gelecekle ilgili konularda değil, gün içinde yapacağımız işlerdeki detayları da düşünüp bunalıma giriyoruz. Bir dönem ise en önemli endişemiz işimizde terfi edip edemeyeceğimiz, yeni bir otomobil alıp alamayacağımız, çocuklarımızı özel okula gönderip gönderemeyeceğimiz, tatile gidip gidemeyeceğimiz gibi konularda oluyor.
Bu kaygılar sebebiyle, çok kısa sürecek dünya hayatında rahatça yaşamak amacıyla, hırsla mal yığıp biriktiriyoruz. Dünya hayatının gerçeğini kavrayamıyor, bencilce tutkularımız yüzünden mutsuzluğu yaşıyoruz.
Biriktirdiğimize sahip olduğumuzu zannedip yanılıyoruz. Gerçekte biz, biriktirdiğimize ait oluyoruz. Malların bizi sonsuz kılacağını zannediyor, malın mülkün tutsağı haline geliyoruz.
Geleceğe dönük en büyük korkularımızdan biri de yaşlanma. Yaşlılık konusu açıldığında korku ve endişeye kapılıyor, ancak kısa bir süre sonra hiçbir şey yokmuş gibi günlük yaşamımıza devam ediyoruz. Ölümü hatırlattığı içindir ki yaşlılık üzerine konuşmuyor, önümüzde uzun yıllar olduğunu, yaşlılığın ve ölümün çok ileride olacağını düşünmeye çalışıyoruz.
Aldığımız hiçbir tedbir bedenimizdeki kırışıklıkları, sarkmaları, saçımızın dökülmesini, beyazlamasını, görme ve işitme kusurlarını, yaşa bağlı olarak yeni hastalıkların ortaya çıkmasını engellemiyor. Yaşlılık nedeniyle meydana gelebilecek bu olasılıkların bir tanesi dahi, ciddi korkulara neden oluyor. İyice yaşlandığımızda ise, ciddi bir hastalıkta ya da bakıma muhtaç olma durumunda, çocuklarımızın bizimle ilgilenmeyeceğinin endişesini taşıyoruz. Ayrıca ölümümüzün şekli ve yeri konusunda da kaygılanıyoruz. En ciddi korkularımızdan biri de eşimizin daha önce ölmesi durumunda yalnız kalma korkusu.
Gençlik dönemimiz olan en güçlü çağda kendimizi tüm dünyanın odak noktası olarak görüyor, belli bir süre sonra gücümüzün ve güzelliğimizin yaşlanma ile yok olmaya başladığını fark ediyor, ancak acizliklerimiz karşısında bir şey yapamıyoruz.
Başlangıcımız var ancak sonumuz yok. Kaderimizde belirlenen süre dolduğunda, herhangi bir sebeple yaşamımız sona erecek. Ölümün sebebi ne kaza, ne de hastalık; bütün sebepleri Allah yaratıyor. Ne yaparsak yapalım ölüm anını geri ya da ileri almaya güç yetmiyor.
Allah’ın tek güç olduğunun, O’nun dilemesi dışında hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğinin bilincinde olmadığımız ve O’na güvenip dayanmadığımız sürece tüm bu korkular kaçınılmaz. Korku duyduğumuz şeyler bağımsız birer güç değil oysa. Tümü Allah’ın kontrolünde.
Yalnızca Allah'ın sevgisini, üzerimizdeki rahmetini yitirmekten, hoşnutluğundan mahrum kalmaktan korktuğumuzda tüm bu korkular yerini Allah’a tevekküle bırakıyor. Kendimizde güç görüp, kaygı içinde korkularla tek tek boğuşmak ne kadar anlamsız. Korku duyulan herkesi ve her şeyi Allah'ın yarattığının şuurunda olmak, korkuları yenmenin çözümü iken... Allah'tan gelen her şeyi, sabır ve tevekkül içinde, O’ndan hoşnut olarak ve en güzel tavırla karşılayabilsek, yaşayacağımız başka korku kalmayacaktır. Dünyevi korkular gibi içinde acı, ızdırap ve dehşet olmayan, aksine insana neşe, akıl, ufuk, haz, şevk ve güzellik veren Allah korkusunu kalpten yaşayana başka korku mu var?..
“Allah’tan korkandan, her şey korkar. Korkmayan ise, her şeyden korkar.” Hz. Muhammed (sav)
Fuat Türker